Eskici Metni Cevapları Sayfa 24-25-26-27-28-29-30-31-32-33

Eskici Metni Cevapları Sayfa 24-25-26-27-28-29-30-31-32-33

 

HAZIRLIK ÇALIŞMALARI

  1. Doğup büyüdüğünüz yerden uzak kaldığınız oldu mu? Bu sürede neleri özlediğinizi söyle­yiniz.

Evet, doğup büyüdüğüm yerden uzak kaldığım zamanlar oldu. Bu sürelerde en çok özlediğim şeyler şunlardır:

  • Ailem ve arkadaşlarım: Sevdiğim insanlardan uzak kalmak en zor olan şeydi. Onlarla birlikte vakit geçirmeyi, sohbet etmeyi ve eğlenmeyi özledim.
  1. Memleketimizin niçin değerli olduğunu sınıfta tartışınız.

Memleketimiz bizim için çok değerlidir. Bunun birçok nedeni var. Bunlardan birkaçı şunlardır:

  • Doğup büyüdüğümüz yer: Memleketimiz, ilk nefesimizi aldığımız, çocukluğumuzu geçirdiğimiz ve en güzel anılarımızı biriktirdiğimiz yerdir. Bu nedenle bizim için çok özeldir.
  • Ailemize ve arkadaşlarımıza ev sahipliği yapıyor: Sevdiğimiz insanlar memleketimizde yaşıyor. Onlarla birlikte olmanın ve onlarla birlikte anılar biriktirmenin keyfini yaşıyoruz.
  • Kendimizi ait hissettiğimiz yer: Memleketimizde kendimizi güvende ve rahat hissediyoruz. Kendi kültürümüzün ve geleneklerimizin bir parçası olmanın huzurunu yaşıyoruz.
  • Tarih ve kültürümüze ev sahipliği yapıyor: Memleketimiz, geçmişten gelen zengin bir tarihe ve kültüre sahiptir. Bu tarihi ve kültürü korumak ve gelecek nesillere aktarmak bizim görevimizdir.
  1. Vatan ve dil sevgisini anlatan derlediğiniz atasözü, özdeyiş ve deyimleri sınıfta arkadaşla­rınızla paylaşınız.
  • Vatan sevgisi imandandır.
  • Vatan sana canını, sen vatana canını vermeli.
  • Vatanını seven, milletini sever.
  • Dilini seven vatanını sever.
  • Öz vatan candan da tatlıdır.
  • Ana gibi yar, vatan gibi diyar olmaz.
  • Bir dirhem vatan toprağı, bir batman altın eder.
  • Vatan için ölmek şehadettir.
  • Dil, milletin bağımsızlık bayrağıdır.
  • Dilimiz, varlığımızın temelidir.
  1. Getirdiğiniz “Gurbet Hikâyeleri” adlı kitaptan hikâyeler okuyunuz.

ESKİCİ

Vapur rıhtımdan kalkıp da Marmara’ya doğru uzaklaşmaya başlayınca yolcuyu geçirmeye gelenler, üzerlerinden ağır bir yük kalkmış gibi ferahladılar:

— Çocukcağız Arabistan’da rahat eder, dediler.

Hayırlı bir iş yaptıklarına herkesi inandırmış olanların uydurma neşesiyle fakat gönülleri isli, evlerine döndüler.

Önce babadan yetim kalan küçük Hasan, anası da ölünce uzak akrabaları ve konu komşunun yardımıyla halasının yanına, Filistin’in sapa bir kasabasına gönderiliyordu.

Hasan vapurda oyalandı; gırıl gırıl işleyen vinçlere, üstleri yazılı cankurtaran simitlerine, kurutulacak çamaşırlar gibi iplere asılı sandallara, vardiya değiştirilirken çalınan kampanaya bakarak çok eğlendi. Beş yaşında idi; peltek, şirin konuşmalarıyla da güvertede yolcuları epeyce eğlendirmişti.

Vapur, şuraya buraya uğrayıp bir sürü yolcu bıraktıktan sonra sıcak memleketlere yaklaşınca kendisini bir durgunluk aldı. Kalanlar bilmediği bir dilden konuşuyorlardı ve ona İstanbul’daki gibi:

— Hasan gel!

— Hasan git!

Demiyorlardı; adı değişir gibi olmuştu. Hassen şekline girmişti:

— Taal hun yâ Hassen!..

Diyorlardı, yanlarına gidiyordu.

— Ruh yâ Hassen!..

Derlerse uzaklaşıyordu.

Hayfa’ya çıktılar ve onu bir trene koydular.

Artık ana dili büsbütün işitilmez olmuştu. Hasan köşeye büzüldü; birşeyler soran olsa da susuyordu, yanakları pençe pençe, al al olarak susuyordu. Portakal bahçelerine dalmış, göğsünde bir katılık, gırtlağında lokmasını yutamamış gibi bir sert düğüm, hep susuyordu.

(…)

Yamaçlarında keçiler otlayan kuru, yalçın, çatlak dağlar arasından geçiyorlardı. Bu keçiler kapkara, beneksiz kara idi, tüyleri yeni otomobil boyası gibi aynamsı bir cila ile kızgın güneş altında pırıl pırıl yanıyordu. Bunlar da bitti. Göz alabildiğine uzanan bir düzlüğe çıkmışlardı. Ne ağaç vardı ne dere ne ev! Yalnız ara sıra kocaman kocaman hayvanlara rastgeliyorlardı. Çok uzun bacaklı, çok uzun boylu, sırtları kabarık, kambur hayvanlar trene bakmıyorlardı bile… Ağızlarında beyazımsı bir köpük çiğneyerek dalgın ve küskün, arka arkaya, ağır ağır, yumuşak yumuşak, iz bırakmadan ve toz çıkarmadan gidiyorlardı.

Çok sabretti, dayanamadı, yanındaki askere parmağıyla göstererek sordu; o güldü:

— Gemel, gemel dedi.

Hasan’ı bir istasyonda indirdiler. Gerdanından, alnından, kollarından ve kulaklarından biçim biçim, sürüsürü altınlar sallanan kara çarşaflı, kara çatık kaşlı, kara iri benli bir kadın göğsüne bastırdı. Anasınınkine benzemeyen, tuhaf kokulu, fazla yumuşak, içine gömülüveren cansız bir göğüs…

— Ya habibi! Ya ayni!

Halasının yanındaki kadınlar da sarıldılar, öptüler, söyleştiler, gülüştüler. Birçok çocuk da gelmişti; entarilerinin üstüne hırka yerine ceket giymiş, saçları perçemli, başları takkeli çocuklar…

Hasan durgun, tıkanıktı; susuyor, susuyordu.

Öyle, haftalarca sustu.

Anlamaya başladığı Arapçayı, küçücük kafasında beliren bir inatla konuşmayarak sustu. Daha büyük bir tehlikeden korkarak deniz altında nefes almamaya çalışan bir adam gibi tıkandığını duyuyor, gene susuyordu.

Şimdi onun da kuşaklı entarisi, ceketi, takkesi, kırmızı ayakkabıları vardı. Saçlarının ortası, el ayası kadar sıfır numara makine ile kesilmiş, alnına perçemler uzatılmıştı. Deri gibi sert, yayvan tandır ekmeğine alışmıştı. Yer sofrasında bunu hem kaşık hem çatal yerine dürümleyerek kullanmayı beceriyordu.

Bir gün halası sokaktan bağırarak geçen bir satıcıyı çağırdı.

Evin avlusuna sırtında çuval kaplı bir yayvan torba, elinde bir ufacık iskemle ve uzun bir demir parçası, dağınık kılıklı bir adam girdi. Torbasında da mukavva gibi bükülmüş bir tomar duruyordu.

Konuştular, sonra önüne bir sürü patlak, sökük, parça parça ayakkabı dizdiler.

Satıcı, iskemlesine oturdu. Hasan da merakla karşısına geçti. Bu dört yanı duvarlı, tek kat, basık ve toprak evde öyle canı sıkılıyordu ki… Şaşarak, eğlenerek seyrediyordu: Mukavvaya benzettiği kalın deriyi iki tarafı keskin incecik, sapsız bıçağıyla kesişine, ağzına bir avuç çivi dolduruşuna, sonra bunları birer birer, İstanbul’da gördüğü maymun gibi avurdundan çıkarıp ayakkabıların altına çabuk çabuk mıhlayışına, deri parçalarını, pis bir suya koyup ıslatışına, mundar çanaktaki macuna parmağını daldırıp tabanlara sürüşüne, hepsine bakıyordu. Susuyor ve bakıyordu.

Bir aralık nerede, kimlerle olduğunu keyfinden unuttu, dalgınlığından ana diliyle sordu:

— Çiviler ağzına batmaz mı senin?

Eskici başını şaşkınlıkla işinden kaldırdı. Uzun uzun Hasan’ın yüzüne baktı:

— Türk çocuğu musun be?

— İstanbul’dan geldim!

— Ben de o taraflardan… İzmit’ten!

Eskicide saç sakal dağınık, göğüs bağır açık, pantolonu dizlerinden yamalı, dişleri eksik ve suratı sarı, sapsarıydı; gözlerinin akına kadar sarıydı. Türkçe bildiği ve İstanbul taraflarından geldiği için Hasan, şimdi onun yalnız işine değil, yüzüne de dikkatle bakmıştı. Göğsünün ortasında, tıpkı çenesindeki sakalı andıran kırçıl, seyrek bir tutam kıl vardı.

Dişsizlikten peltek çıkan bir sesle adam yeniden sordu:

— Ne diye düştün bu cehennemin bucağına sen?

Hasan anladığı kadar anlattı.

Sonra Kanlıca’daki evlerini tarif etti; komşunun oğlu Mahmut’la balık tuttuklarını, anası doktora giderken tünele bindiklerini, bir kere de kapıya beyaz boyalı hasta otomobili geldiğini, içinde yataklar serili olduğunu söyledi. Bir aralık da kendisi sordu:

— Sen niye buradasın?

— Bir kabahat işledik de kaçtık!

Asıl konuşan Hasan’dı, altı aydan beri susan Hasan… Durmadan, dinlenmeden, nefes almadan, yanakları sevincinden pempe pembe, dudakları taze, gevrek, billur sesiyle sürekli konuşuyordu. Aklına ne gelirse söylüyordu. Eskici hem çalışıyor hem de arasıra “Ha! Ya? Öyle mi?” gibi dinlediğini bildiren sözlerle onu söyletiyordu. Artık erişemeyeceği yurdunun bir deresini, bir rüzgârını, bir türküsünü dinliyormuş gibi hem zevkli hem yaslı dinliyordu. Geçmiş günleri, kaybettiği yerleri düşünerek benliği sarsıla sarsıla dinliyordu.

Daha çok dinlemek için de elini ağır tutuyordu.

Fakat sonunda bütün ayakkabılar tamir edilmiş, iş bitmişti. Demirini topraktan çekti, köselesini dürdü, çivi kutusunu kapadı, çiriş çanağını sarmaladı. Bunları hep ağır ağır yaptı.

Hasan, yüreği burkularak sordu:

— Gidiyor musun?

— Gidiyorum ya, işimi tükettim.

O zaman gördü ki küçük çocuk, memleketlisi minimini yavru ağlıyor… Sessizce, titreye titreye ağlıyor. Yanaklarından gözyaşları birbiri arkasına, temiz vagon pencerelerindeki yağmur damlaları; dışarının rengini geçiren manzaraları içine alarak nasıl acele acele, sarsıla çarpışa dökülürse öyle, bağrının sarsıntılarıyla yerlerinden oynayarak, vuruşarak içlerinde güneşli mavi gök, pırıl pırıl akıyor.

— Ağlama be! Ağlama be!..

Eskici başka söz bulamamıştı. Bunu işiten çocuk hıçkıra hıçkıra, katıla katıla ağlamaktadır, bir daha Türkçe konuşacak adam bulamayacağına ağlamaktadır.

— Ağlama diyorum sana! Ağlama!..

Bunları derken onun da katı, nasırlaşmış yüreği yumuşamış, şişmişti. Önüne geçmeye çalıştı ama yapamadı, kendisini tutamadı; gözlerinin dolduğunu ve sakallarından kayan yaşların, Arabistan sıcağıyla yanan kızgın göğsüne bir pınar sızıntısı kadar serin, ürpertici, döküldüğünü duydu.

Refik Halit KARAY

(Kısaltılmıştır.)

Refik Halit Karay’ın Hayatı ve Edebi Kişiliği

Hayatı:

  • 15 Mart 1888’de İstanbul’da doğdu.
  • Babası Maliye Nezareti’nde memurdu.
  • Mülkiye Mektebi’ni bitirdi.
  • Bir süre devlet memuriyeti yaptı.
  • Daha sonra gazeteciliğe başladı.
  • Birçok gazetede yazdı ve yönetti.
  • Roman, hikâye, tiyatro eseri, fıkra, makale ve anı türünde eserler verdi.
  • Millî Mücadele’ye karşı tutumu nedeniyle 1925’te sürgün edildi.
  • Sürgünden 1938’de döndü.
  • 18 Temmuz 1965’te İstanbul’da öldü.

Edebi Kişiliği:

  • Romanlarında ve hikayelerinde genellikle İstanbul’u ve Anadolu’yu konu aldı.
  • Eserlerinde sade ve akıcı bir dil kullandı.
  • Gözlem gücü kuvvetliydi.
  • Portre çizmekte ustaydı.
  • Mizah duygusu güçlüydü.
  • Eserlerinde toplum eleştirisi yaptı.
  • Romanları ve hikayeleri birçok dile çevrildi.

Eserleri:

  • Romanlar: Memleket Hikayeleri, Yezid’in Kızı, Kaşağı, Anayurt Oteli, Memleket Hikâyeleri
  • Hikayeler: Memleket Hikâyeleri, Bugünün Hikâyesi
  • Tiyatro eserleri: İstanbul’da Bir Facia-i Cinayet, Bir Avuç Saç
  • Fıkra kitapları: Politik Güldürü, Gülmece

Refik Halit Karay, Türk edebiyatının en önemli yazarlarından biridir. Eserleriyle Türk edebiyatına önemli katkılarda bulunmuştur.

t3ff4o4

d0svrur

 

3.ETKİNLİK

Okuduğunuz metnin konusunu belirleyiniz. Metinde anlatılanları özetleyiniz.

KONU: Hasan adında küçük bir çocuğun, annesinin ölümünden sonra Filistin’de yaşayan halasının yanına gönderilmesini ve yaşadığı yabancılaşma ve uyum süreci

ÖZET: Hikâye, Hasan’ın İstanbul’dan Filistin’e uzanan yolculuğuyla başlar. Hasan, daha beş yaşında iken annesini kaybetmiş ve uzak akrabalarının yardımıyla halasının yanına gönderilmiştir. Vapurda yolculuk ederken neşeli ve konuşkan olan Hasan, Filistin’e vardığında dilini bilmediği ve her şeyin yabancı olduğu bir ortamda kendini kaybolmuş hisseder.

Haftalar boyunca sessiz kalan Hasan, zamanla Arapçayı anlamaya başlar. Yeni bir dil öğrenmenin zorlukları ve yabancılaşma duygusu ile boğuşurken, bir gün sokaktan geçen bir eskiciyle karşılaşır. Eskicinin Türkçe konuşması Hasan’ı şaşırtır ve onu sevindirir.

Hasan, eskiciye İstanbul’daki evini, komşularını ve annesini anlatır. Eskici de ona kendi hikayesini anlatır ve bir kabahat işlediği için kaçtığını söyler. İki yabancı, ortak dilleri ve geçmişe dair özlemleri sayesinde bir bağ kurarlar.

Ancak, eskicinin işi bitince ayrılmak zorundadır. Hasan, eskicinin gidişiyle tekrar yalnız kalacağını anlar ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. Eskici de duygulanır ve Hasan’ı teselli etmeye çalışır.

Hikâye, Hasan’ın gözyaşları ve eskicinin vedasıyla sona erer. Bu veda, Hasan’ın yaşadığı yabancılaşma ve yalnızlığın bir sembolüdür.

 

4.ETKİNLİK

Okuduğunuz metinle ilgili aşağıdaki soruları cevaplayınız.

  1. Hasan’ı; kimler, nereye, niçin gönderiyor?

Hasan’ı babası vefat ettikten sonra annesi de ölünce, uzak akrabaları ve konu komşunun yardımıyla Filistin’de yaşayan halasının yanına gönderiyorlar.

  1. Vapura bindikten sonra Hasan neler yapıyor?

Hasan vapurda vinçlere, cankurtaran simitlerine, sandallara ve kampanaya bakarak eğleniyor. Yolcularla konuşuyor ve onları güldürüyor.

  1. Hasan suskunluğunu bozarak ilk defa kiminle konuşuyor? Niçin?

Hasan suskunluğunu bozarak ilk defa eskiciyle konuşuyor. Eskicinin Türkçe konuşması Hasan’ı şaşırtıyor ve sevindiriyor. Hasan, eskiciye İstanbul’daki evini, komşularını ve annesini anlatıyor.

  1. Eskicinin Hasan’la kaynaşmasını hangi duyguya bağlıyorsunuz?

Eskicinin Hasan’la kaynaşmasını hemşehrilik duygusuna ve ortak geçmişe özleme bağlıyorum. Eskici de Hasan gibi gurbetçi ve Türkçe konuşuyor.

  1. Eskicinin dış görünüşünün anlatıldığı satırlardaki perişan hâliyle, Hasan’ın mutsuzluğu ara­sında paralellik kurulabilir mi? Açıklayınız.

Evet, eskicinin dış görünüşündeki perişanlık ile Hasan’ın mutsuzluğu arasında paralellik kurulabilir. İkisi de zor bir hayat yaşıyor ve mutsuzlar. Eskici, kabahat işlediği için kaçmak zorunda kalmış ve perişan bir durumda. Hasan ise annesini kaybetmiş ve yabancı bir ülkede yaşıyor.

  1. Metinden nasıl bir sonuç çıkarıyorsunuz? Yazınız.

Metinden, yabancı bir ülkede yaşamanın zorlukları ve yabancılaşma duygusunun ne kadar ağır olduğuna dair bir sonuç çıkarabiliriz. Ayrıca, dilin ve kültürün önemi, geçmişe ve ana vatana duyulan özlem ve insan ilişkilerinin gücü de metnin öne çıkan temalarıdır.

cgfabrc

 

89pk9ge

 

joupowl

 

8.ETKİNLİK

Aşağıdaki şiirde anlatılanlardan hareketle arka sayfada verilen yazma alanına bir hikâye yazınız.

 

ELİF

Köy dağların ardında kaldı.

Bir gün çıktım yel yepelek,

Köy dağların ardında kaldı.

Türküleri unuttum,

Gitgide ıradı kağnı sesleri,

Bir daha uğramadım.

Hâlbuki Elif’e sözüm vardı.

Hiç varmadım.

Kız dağların ardında kaldı.

Sanırım;

Özlemiş, özlemiş alışmış Elif,

Artık çoluk çocuğa karışmış Elif,

Bilirim ardımdan atıyorlar:

“İnsanlar çiğ süt emmiş emmoğlu

Sözüsavı mı olur?

Mümkünüyok,

Dönmez artık,

Dönmez o…”

Ali AKBAŞ

 

Elif’in Hikayesi

Köyün arkasındaki dağlar, Elif’in bakışlarının sonu idi. Bir gün, yel yepelek, sevdiği adamın arkasından bakakaldı. Bir daha geri dönmeyecekti. Köyün türküleri, kağnı sesleri ve Elif’in özlemi geride kaldı.

Ali, Elif’e söz vermişti. Bir gün geri dönecek ve onunla evlenecekti. Fakat dağlar, Ali’yi Elif’ten ayırdı. Zaman geçti, Elif özledi, alışmaya çalıştı. Belki de Ali bir daha geri dönmeyecekti.

Köyde Ali’yi konuşanlar çoğaldı. “Sözünün eri değilmiş,” diyorlardı. “Çiğ süt emmiş emmioğlu, söz mü tutar?” Elif, bu sözleri duydukça hüzünleniyordu. Ali’nin geri dönme ihtimali her geçen gün azalıyordu.

Yıllar sonra Elif evlendi, çoluk çocuğa karıştı. Ali’nin özlemi hala kalbinde bir sızı olarak kalsa da hayatına devam etti. Bir gün, köyün düğününde Ali’yi gördü. Artık ikisi de bambaşka hayatlar yaşıyordu. Göz göze geldiler, belki de geçmişte kalan bir sevginin hüzünlü anısıyla bakıştılar. Ali, Elif’e yaklaşmak istedi, fakat yapamadı. Sessizce kalabalığın arasında kayboldu.

Elif, o gece Ali’yi düşündü. Verdiği sözü tutamamıştı. Belki de haklıydı, belki de çiğ süt emmiş bir emmioğlunun sözü pek bir şey ifade etmiyordu. Yine de kalbinde bir burukluk vardı. Belki de her şey farklı olabilirdi.

Zaman her şeyin ilacıydı. Elif, Ali’yi unutmadı ama onunla yaşadığı aşkı kabullendi. Dağların ardında kalan bir anı olarak kaldı Ali. Elif, hayatına devam etti ve daima kalbinde bir köşede saklı tuttu o yeşilliklerle dolu dağların ardındaki sevdayı.

 

bk6kslh

 

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu
Scott AjansScott Ajans tarafından ❤️ ile tasarlanmıştır