Selim (Serbest Okuma) Metni Cevapları Sayfa 150-151
Selim (Serbest Okuma) Metni Cevapları Sayfa 150-151
SELİM
Yoksul çocuk ne demektir?.. Taşrada ve gündüzlü okulda öğretmenlik etmemiş olan bir meslektaşım bunu asla bilemez.
Ben taşrada, fakat yatılı bir okulda, birkaç yıl bulunmuştum; sonra daha uzun zaman İstanbul’da, öğrenci sayısı bine yaklaşan büyük bir kız okulunda öğretmenlik ettim. “Yoksul çocuk”un gerçek yüzünü buralarda asla görmemiştim. Ve acı gerçek karşısında insanın yüreği nasıl sızlar? Bilmiyordum.
“K…” Ortaokulu’nun birinci sınıf B Şubesi’nden içeriye adım attığım gün, duyduğum hayret ve dehşeti ömrüm oldukça unutamam!
Sınıfta yaşları on iki ile yirmi -Evet, yirmi!- arasında elli kadar erkek çocuk vardı. Ve hemen hiçbirisinde diyebilirim, benim görmeye alışık olduğum öğrenci kılığı yoktu!
Mevsim kıştı. Onlar yırtık, ince, perişan esvaplar içinde tir tir titriyorlardı. Yırtık pabuçlar içinde, çorapsız ayakları donmuş, morarmış, çatlamıştı…
On yıllık meslek hayatımda, ilk defa, bir sınıf içinde ve bir kürsü başında söz söylemek için sıkıldım, yutkundum, kelime aradım. Boğazıma sanki bir şey tıkanıyordu…
Sonra arka sıraları dolduran delikanlıların araştıran, sabırsız gözlerinden bu şaşkınlığı kaçırmaya uğraşarak bir şeyler söyledim.
Arka sıralar bana bir nevi ürperti, ön sıralar yaman bir kalp sızısı vermişlerdi: Öndekiler ne küçük, ne cılız varlıklardı. Yarabbim! Sıtma ve yoksulluk onları nasıl yakıp kavurmuştu!
Sıralar arasında geziniyor, bir konuşmaya ayırdığım bu ders saatini bitirmeye uğraşarak, onlara küçük, hatta manasız sualler soruyordum:
— Adın ne senin?..
— Kaç yaşındasın?
— Annen var mı?..
Filan ve falan…
En ön sırada, sırtında parça parça bir yazlık gömlekle büzülmüş oturan çelimsiz, renksiz bir küçüğün kemikten omuzcağınıza elimi koydum:
— Adın ne, küçük?..
Küçük şey başını kaldırdı ve bana güldü, o zaman, el kadar, renksiz, kuru çehrenin üstünde hari- kulâde parlak bir çift koyu renk gözle, iki sıra bembeyaz diş gördüm. Gözlerinin içinde “zekâ” pırıl pırıl yanıyordu! Canlı ve tatlı bir çocuk sesiyle cevap verdi:
— Selim, efendim.
— Kaç yaşındasın?
— On üç, efendim.
— Baban var mı?
Cılız göğsünü, gururla kabarttı:
— Var ya efendim, benim babam tenekeci!
Ekmeğini; “hayafla göğüs göğüse çarpışarak kazanan bir adamın evladı olmak mı ona bu gururu veriyordu?..
Bu küçük mahlûkun ruhundaki büyüklük ve mertlik beni daha o dakikada kavramıştı. Ondan sonra aramızda gün geçtikçe derinleşen bir dostluk başladı. İhtiyar ve fakir bir babanın en son çocuğuydu. Evli ablaları, ağabeyleri vardı. Ve hepsi kendi evlerinde ve kendi dertleriyle uğraşıyorlardı.
Annesi!.. Evet, annesi vardı. Ama benim kanaatime göre, en hafif tabirle “beceriksizce” bir kadın olmalıydı. Küçük Selim’i bilmem nasıl kıyabilir de kışta kıyamette, parça parça çoraplarla, ince ve yırtık gömleklerle okula gönderirdi?.. Niçin bu çorapları yamamaz, niçin yünü bol bu memlekette bir kilocuk yün büküp de çocuğa bir kazak örmezdi?.. Ben bunları düşünürken tanımadığım o kadına için için kızar, âdeta kinlenirdim. Fakat o, annesine toz kondurmazdı. Hatta onu babasından daha çok sevdiğini söylerdi. Babasına karşı derin bir minnet besliyordu:
— Beni okutabilmek için, bu ihtiyar hâlinde, öyle çok çalışıyor ki… Zavallı babacığım! diye üzülürdü.
“O kadar çok çalışkan” bu zavallı babanın; sevgili yavrusunu, temiz bir kıyafetle gezdirmeye olsun
gücü yetmeyişinin sebebini de öğrendim:
Tenekecilik sanatı Musevî vatandaşların elindeydi, ihtiyar Türk, onların rekabetine dayanamıyordu!..
Selim, zeki, akıllı, çalışkan ve doğru bir çocuktu. Her öğretmen ondan memnundu.
Matematik öğretmeni -o zamanki deyişle riyaziye muallimi- ondan, “Çok zeki çocuk!” diye söz eder; resim öğretmeni, “Harikulâde bir kabiliyet!” diye onu över; jimnastik öğretmeni, “Selim fevkalâde bir çocuk, lastik gibi vücudu var!” derdi.
Benim inancıma göre de Selim, asıl Türkçe derslerinde “harikulâde bir kabiliyetti.
O yıl, bahara doğru gelen bayram, Selim’i pek yeni giysiler içinde buldu. Bu, tam ona yaraşan bir kılıktı.
Buna rağmen, Selim’in gözlerinde -düşündüğü zaman ciddi ve derin, güldüğü zaman, tatlı ve parlak görünen o güzel çocuk gözlerinde- belirsiz bir gölge vardı.
Bu neydi? Niçindi?.. Bilmiyordum…
Fakat bu gölgenin bir eşi de benim içime düştü ve orada kaldı…
Bu gölgeyi uzun seneler… -ta… küçük Selim’i mutlu, rahat ve hayata karşı tepeden tırnağa silahlı büyük bir adam olarak karşımda gördüğüm güne kadar- içimden söküp atamadım.
Halide Nusret ZORLUTUNA